Referans Referans Referans Referans Referans


Dokunabilirsiniz...

Bir Cuma günü, Almanya'nın bir şehrinde Müslüman-Türk'ün cuma namazı için bölük bölük akın ettiği caminin avlusunda bana, "kitap imzalama günü" tertip edilmişti. Henüz daha yeni elime geçmiş Kurban adlı romanımdan da bir miktar yanıma alarak yola koyuldum. Kitap imzalatmak için gerçi sıraya girmiş bir manzara beklemiyordum ama dernek başkanın tanıtımına rağmen bu kadarını da doğrusu hiç beklemiyordum. Sadece bir kişi kitapların olduğu masanın önünde durdu; kitaplardan birini çekip aldı; önünü arkasını evirip çevirdikten sonra;

"Bunları sen mi yazdın?" dedi.
Adamın tuhafıma giden sorusu karşısında, ben de gülümseyerek;
"Galiba..." dedim.

Adamcağız kitap görmesine görmüştü de... Fakat eline kitap aldığından, hele okuduğundan hiç emin değildim. Belki de hayatında ilk defa kitapları başında dikelmiş bir yazarla canlı olarak karşılaşıyordu. Adam şaşkın şaşkın bir bana baktı, bir de elindeki kitaba... Aynı hareketi bir daha yaptı ve sonunda kitabı masaya bırakıp çekip gitti.

Sadece hüsrana uğramak bir kenara, bu manzara, bir yazarın yazarlık melekelerini bile yok eder vehmine kapıldığımdan, apar-topar oradan ayrıldım. Gelirken düşündüm: Okuyan bir toplum içinde okumayan azınlık olarak daha ne kadar dayanabiliriz?.. Dönüşümde hışımla bizim Seyit Hoca’ya yüklendim:

“Hoca, Allah rızası için, minbere çıktığınızda bu insanlara; İslam’ın ilk emrinin, namaz kılın, oruç tutun veya hacca gidin değil, ‘Oku!’ olduğunu hatırlatın lütfen!”

Hoca, bana şaşkın şaşkın bakarken, “Çünkü, ehl-i kitap medeniyetine mensup bu millet kitap okumayı unutmuş!” dedim.

Prensip olarak...

Prensip olarak...
Aradan bir müddet geçtikten sonra yine bir başka etkinliğin kıyısında kitaplarımın olduğu bir masa bana tahsis ettiler. Güzel havada dostlarla sohbete dalmıştık. Bir ara, güneş gözlüğünü saçlarının arasına sıkıştırmış genç bir kadın kitapları sırasıyla incelemeğe başladı. Yanımdaki arkadaş beni işaret ederek; “Kitapların yazarı da buradadır.” dedi. Ben de, kitaplara ilgiyle bakan hanımefendiyi bilgilendirmek maksadıyla ayağa kalktım. En son “Kurban”a daha fazla ilgi gösterdiğini görünce, “Bu da benim yeni çıkan bir romanımdır.” dedim. Diğerleri için fikir beyan etmeyen ziyaretçim;
“Ben roman okumuyorum.” diyerek kestirip atınca, biraz afalladım, çünkü, her birinin kendine has konusu olan araştırma, deneme ve fikir ağırlıklı kitaplara zaten ilgi duymayan hanımefendiye;
“Prensip olarak mı okumuyorsunuz?” diye bir soru sormak aklıma geldi.
“Evet, prensip olarak okumuyorum.” demesi üzerine, doğrusu böylesine de ilk defa rast geldiğim için biraz şaşırmıştım. Bir giyim mağazasına kıyafet almak için giren ve birçoğunu denedikten sonra hangisine karar vereceğine bilemeyen müşterinin, dükkânı terk ederken, satıcıya; “Bir düşüneyim..” demesi gibi, şık giyimli, prensip olarak roman okumayan, hanımefendi de bana;
“Bir düşünmem lazım” diyerek yanımdan ayrıldı.
Prensip olarak roman okumadığını ifade eden kişi, aslında “prensip olarak” kitap okumayan halkımızdan birisiydi; görüntüsünden ve cinsiyetinden bağımsız olarak...

Yazarlık: İnsanı “zengin” etmeyen bir meslek.
Galiba üçüncü kitabım daha yeni çıkmıştı. Aile efradından birisine, yeni çıkan kitabımı görüp görmediğini sorduğumda;

“Ağabey, senin o kitabın bizde var ya...” demişti. Onun, bizde var, dediği bir önceki kitabımdı. Bu sefer de şöyle sordum:
“Sizde olanı bari okudun mu?”
Bizimki hazırlıksız yakalanmıştı... Önce kem-küm etti, sonra da ömür boyu unutamayacağım, kendince dahiyane bir cevap verdi bana:
“Ağabey, ben senin ne düşündüğünü zaten biliyorum.”

Yine bir kitabın, tabiri caizse, “doğum sancıları”nı çekiyordum. Bizim hatunu gören akrabalardan birisi, beni sormuş. O da;
“Bugünlerde bir kitap yazıyor. Gece gündüz onunla meşgûl.” deyince, ihtimaldir ki, benim bir türlü ‘akıllanmadığıma’ kanaat getiren akrabamın hayretle;
“Hâlâ boş işlerle mi uğraşıyor?” diye sorduğunu öğrendim.

Yazarlığın bile parayla ölçüldüğü bir devirde, benim insanımın da, kitap yazmanın boş işler” kategorisinde değerlendirmesini anlayabiliyorum: Şayet yazarlıktan “zengin” olsaydım, bu tıynetteki insanın, günün birinde kapımı çalarak, bu işin sırrını bize de öğret, demesine şaşmazdım.

Kitaba Dokunun!
Almanya’daki bir kuruluşumuzun davetlisi olarak, kitap tanıtımı ve imzalaması için gitmiştim. Bana tahsisi edilen masaya oturdum. Yanımda dernek yöneticilerinden birisi ve cami hocası var. Biz sohbet ederken, elindeki dürümüyle selam verip hocanın yanıbaşına oturan genç adam dikkatimi çekiyor: Bir taraftan hocayla sohbet ederken, diğer taraftan kitaplara ha bire göz ucuyla bakıp duruyor.

Böyle ürkek ürkek bakıp duracağına, en azından eline alıp karıştırmasını, kitaba dokunmasını bekleyen benim, sabrım tükenme noktasına geldi.

Kinayeli bir edayla, “Dokunabilirsiniz!” dedim.

“Müslüman Türk”ün kitaba uzak durması, bize bir medeniyet hezimetine mal oldu. Batı medeniyeti karşısında kaybedişimizin temelinde, kitaba mesafeli duruşumuz yatmaktadır! Kitapların en mukaddesini bile evimizin en ulaşılmaz yerine koymadık mı? Özellikle bizim muhafazakârımız okumuyor! O, Nurullah Öztürk’ün de dediği gibi; “Ekonomik durumu düzelince kültürel fakirliğin üzerini parayla örtmek ister.” ve “Kitaptan okuduğunu değil, kulaktan duyduğunu satmayı sever. Kitap okumayı sevmez ama yazarlar hakkında mutlaka bir önyargısı var.”

Hem de nasıl var… Bir tek eserini dahi okumadığı halde, ömrünü ilme ve araştırmaya vermiş nice yazarı “sapık”, “hain” v.s. ilân eden çevremden insanlar tanırım. Beni de okumadan, dinlemeden ve anlamadan, farklı sıfatlarla ötekileştirildiğimi gayet iyi biliyorum.

Keşke okuduktan sonra bizi, gereğinde, yerden yere vursalar… “Zaten ben senin ne düşündüğünü biliyorum”un arkasına sığınmadan okusalar!

Keşke, kitap okumayı bir prensip haline getirseler!
“Ehl-i Kitap” olduğumuz keşke lafta kalmasa!
Ve, ah keşke kitaba bir dokunsalar!..


YAZARIN DİĞER YAZILARI