Referans Referans Referans Referans Referans


Baba Biz Niye Böyleyiz?

Onun doğruları öğrenmesi, medeniyetini, kültür değerlerini, töresini bilmesi için küçüklüğünden beri ona, bir babanın anlatması gerekeni bıkmadan usanmadan anlattı. İstedi ki, evin ilk çocuğu dinini, dilini, milletini ve cennet vatanını tanısın, bilsin!

Hep söylerdi; “Bak oğul, bizim medeniyetimiz “oku” emriyle başlayan bir ehl-i kitap medeniyettir. Bizim medeniyetimizde insan, eşref-i mahlûkattır, yani yaratılmışların en şereflisidir. İnsanlar arasındaki bütün farklılıklar, Allah’ın ayetlerindendir. Biz, insanları ırk ve dinlerine göre sınıflara ayırmayız. Biz de, temizlik, ahlak, dürüstlük, sözünde durmak, insan hak ve hürriyetlerine saygı, olmazsa olmazlarımızdandır.

Yaratılanı Yaratan’dan ötürü sevmek; temel şiarımızdır. Şu Avrupa insanı iklimi gibi soğuktur. Anadolu insanı ise, güneşli havası ve sıcak iklimi gibidir. O, müsamahakârdır, dininin emri gereği, selamlaşmaya, hal-hatır sormaya ve güler yüzlü olmaya çok önem verir. Bizim medeniyet anlayışımız, hayata bakışımızda dünya malı ikinci planda kalır. Şahsiyet, bilgelik ve insanlık herşeyin başında gelir. Biz, kapitalist dünya gibi, insanı sadece tüketim aracı olarak görmeyiz. Varlığımızı, şan-şöhretimizi bir baskı aracı olarak kullanmaz, gösterişten ve riyakârlıktan Allah’a sığınırız. Tabiata ve çevrenin temizliğine, kul hakkına titizlikle riayet eden bir kültür anlayışına sahibiz. Çocuk yıllarca bu ve benzeri öğüt-nasihatı babasından dinleyerek yetişti.

Şöyle delikanlılık çağına adım atmak üzereyken memlekete gitmenin heyecanı sarmıştı delikanlıyı. Havaalanından çıktıktan sonra baba oğul bir taksiye bindiler; baba, gidecekleri akrabanın adresini taksiciye söyledi ve yola koyuldular. Taksi sokağın birinden girdi, diğerinden çıktı, sarıda neyse, kırmızı ışıkta da durmadı geçti… Bazen gaza bastı sağdan gitti, bazen frene bastı; yaya geçidindeki kadın ezilmekten kıl payı kurtuldu; delikanlının da yüreği ağzına geldi. Önde giden arabaya bazen öyle galiz küfürler salladı ki şoför abi, onun yerine delikanlının suratı kıpkırmızı kesildi hicabından… Babasının, havaalanına çok uzak değil dediği akrabalarına giden yol bir türlü bitmek bilmiyordu. Uzayan yol yüzünden babası da huzursuzlanmaya başlamıştı… Şoförü uyarmasından hemen sonra, ne hikmetse, delikanlının gözünde hiç bitmeyecek gibi görünen yol, aniden bitiverdi ve nihayet evin önüne geldiler. Sıra taksi ücretini ödemeğe gelince, hattızatında çok sakin olan baba, küplere bindi. Ve sonunda, “Lanet olsun! Helal etmiyorum.” demesine rağmen, istenilen parayı verdi.

Oğul, babasının yüzüne baktı:

-Baba, bu ne iştir böyle?
-Sorma oğul, bir haddini bilmez, sahtekâra denk geldik.

Hala, teyze, amca, dayı, yenge, yeğen biraraya toplanmış hem hasret gideriyor, hem de sohbet ediyorlardı. İş döndü dolaştı, “kimin neyi var, neyi yok”a geldi… Biri dairesinden, biri arsasından, ötekisi arabasından dem vurdu. Sıra delikanlının babasına gelmişti… Söyle bakalım, dediler, senin neyin var neyin yok? Valla benim de iki çocuğum, bir de onların annesi var, Allah razı olsun kendisinden. Etraftakilerin her biri ayrı bir ses tonu ve makamda kahkaha attılar:

-Dediği lafa bak, adamın. İki çocuğu bir de karısı varmış… Ulan biz onların sayısını bile unuttuk. Sen bize, paradan, arsadan, apartmandan haber ver! Kaç yıldır gurbettesin; nerelere yatırım yaptın?

Baba, ezile büzüle dedi ki;

-Ben de sadece çocuklarıma yatırım yaptım. Onun dışında ne menkul, ne de gayrimenkul sahibiyim.

Akraba ve ahbaplar inanmadılar. Birisi;

-“Şimdi senin, bana borç verecek kadar paran yok mu?” dedi.

Bir diğeri daha samimi konuştu:

-Ya arkadaş, ben sana bir daire satacağım diye hesap yapıyordum.

Bir başkası da;

“Ben de, sermayesi senden, aklı benden, ortaklaşa ticaret yapalım diyecektim.” dedi.

Akraba ve ahbaplar, her biri bir başka bahaneyle, birer ikişer oradan ayrıldılar… Oğul, duyduklarına ve gördüklerine inanmak istemiyordu. Babasının, bizim insanımız, diye başladığı öğüt-nasihatında, “Bizim insanımız dünya malına itibar etmez. Bizdeki ilişkiler, Batı’daki gibi, menfaat ilişkisi değildir” dediğini hatırladı. Babasına, durum hakkında bir açıklama getirmesini beklermiş gibi baktı. Baba;

-“Oğul, bunları ciddiye alma. Akrabamız da olsa, bazen böyle çürükler de olabilir” diyerek vaziyeti kurtarmaya, oğlunun kafasındaki kargaşayı gidermeğe çalıştı.

Baba-oğul otobüsle şehrin biraz kenar semtlerinden geçerken, dağ-tepe demeden gelişigüzel dikilen, sıvasız, badanasız, çatısız yığın yığın çirkin evler genç adamın dikkatini çekti. Babasından açıklama istedi:

-Baba bu evler niye böyle?
-Bunlar gecekondu oğul.
-Baba o ne demek?
-Bu evler kaçak yapılmış.
-Baba, Allah’ını seversen, sen benimle kafa mı buluyorsun? Burası niye dağbaşı mı?
-Sen de haklısın oğul... Burası dağbaşı değil ama şu gördüğün binalara gecekondu diyorlar. Devletin arazisi üzerine, devletin müsaadesi olmadan yapılmış.
-Hani sen bana, bu millet devletine bağlı ve itaakârdır, devletin malını gözü gibi korur, diyordun?

Baba, oğlunun sorularıyla kurcalanan kafasını kaşıdı... Şehirlerin büyük kısmının kaçak yapıldığını bile bile, oğlundan kurtulmanın yollarını aradı:

-Bak evlat; şu kocaman şehirde üç-beş tane kaçak ev yapılmış olmasından ne çıkar ki...

Bir müddet sonra çok katlı bir binada oturan, babasının arkadaşını ziyarete gidiyorlardı. Asansöre önce onlar bindi, daha sonra birer ikişer insanlar dolmaya başladılar. Kimse kimseye selam vermedi, yüzüne dahi bakmadı. Delikanlının gözünden kaçmadı ama bir mana da veremedi. Bir büyük alışveriş mağazasına girdiler. Kasaya geldiklerinde genç kadınların yüzünden düşen bin parça oluyordu. Bir evrak için gittikleri resmî dairedeki memur beyin azameti, bir havale çıkarmak için uğradıkları bankanın elemanın donuk suratı, insana gülmeyi ve gülümsemeyi unutturuyordu.

Delikanlı sordu:

“Baba, bu memlekette gülümsemek, selâm vermek, birinin yüzüne bakmak, yasak mı, yoksa günah mı? Yoksa insanların, birbirinin yüzüne bakacak yüzleri mi yok?

Hay Allah, dedi ve ilâve etti:

-Senin şansındandır oğlum; aksilik bu ya, memleketin bütün suratsızları bugün bize denk geldi.

Yolculuk esnasında yol kenarlarına, piknik yerlerinde çevreye baktı; tabiat plastik kusuyordu, akarsular da zehir... İnsanlara kulak astı; herkes bir ötekisiyle meşgul olduğundan kendisini unutmuştu ve “ağzı olan herkes konuşuyor”ların ülkesinde bütün ağızların konuştuğunu gördü. Delikanlı, genç yaşına rağmen insanî bir zaafiyeti yakalamıştı: Ağız konuşmak için açılırsa, göz okumaya kapanır...

Oğul yine babaya döndü:

-Baba, hani biz, ilk emri “oku” olan ehl-i kitap bir medeniyete mensubuz demiştin... Hâlbuki burada herkes sadece konuşuyor. Baba, vallahi şu beğenmediğin Batı’nın siyasilerinin ve devlet adamlarının gidip ellerini öpesim geliyor. Ne zaman ve hangi tv kanalını açsam, sabah akşam demeden aynı adamları görmekten gına getirdim artık...

Baba, yavaş yavaş oğulun soruları karşısında zorlanmaya başladığını hissetti. Biraz babalık tasladı:

-Eee, canım sen de herşeyi görme! Herkes kendine benzer.

Delikanlı, babasının vicdanına seslenen bir soru yöneltti:

-Peki baba, eğer bu gördüklerimiz biz isek, senin bana öğrettiklerin “biz” kimdir?


YAZARIN DİĞER YAZILARI