Referans Referans Referans Referans Referans


Bizden Sonrakiler:
Yad Ellerde Yâd Olunmak

Türkiye’nin dört bir köşesinden çiftini çubuğunu bırakarak 1960’lı yılların başından itibaren Batı Avrupa ülkelerine sanayi işçisi olarak gelen Türklerin, 4. kuşaktan sonraki nesillerinin istikbâle yürüyüşlerinde takip ettikleri yolu ve seçtikleri güzergâhları tarih yazacaktır. Bugün itibariyle 3. kuşağın gidişatını görüyor, 4.yü ise, üçüncüye bakarak sadece tahmin edebiliyoruz. Almanya’ya Türk İşgücü Göçü’nün 50. yılını herkes kendince yâd etti. Resmî kutlamalar, maalesef kuru bir gürültünün ötesine geçmedi. Gelinen 50 yılın tahlili yapılmış olsaydı, gelecek 50 yılın yol haritası çıkarılabilirdi. Almanya’ya Türk İşgücü Göçü’nün 100. Yılı kutlandığında, Türk’ün emaresinden geriye ne kalacağını veya ne kalmayacağını tahmin etmek, öngörmek çok zor... Şayet geride bırakılan zaman diliminden hareketle, gelecek 50 yılın yol haritası çıkarılsaydı, o günkü durumu tahmin etmek kolaylaşırdı. Zaten hep öyle olur: Geçmişini iyi tahlil edemeyenlerin geleceği üzerine tahmin yürütmek de zordur.

Avrupa (Göçmen) Türklerinin yarınlardaki varlık derecesini çok önemsiyorum: Şark ile Garp’ın siyasî, iktisadî ve kültürel münasebetlerini dengeli götürmesi, onların ne derece varlıklarını muhafaza ve kabul ettirebildikleriyle bağlantılı olacağına inanıyorum. Yeknesak, homojen Avrupa’ya, Türklerin canlılık, renklilik getirdiklerini ve robotlaşan günlük hayata dinamizm kazandırdıklarını tarih yazmaya başlamadan önce, kendimizin buna inanması lazım. Bu inanç özgüveni artıır. Özgüven, kültürel varlık ve kabul görme derecesini yükseltir.

Türkler olduğu kadar Avrupalılar da asırlar boyunca hep savaş meydanlarında karşı karşıya gelmişlerdi. Şimdi bir “İlahî tecelli” olarak, milyonlarca Türk elli yıldan beri artık birçok Avrupa ülkesinde yerleşik hayat sürdürüyor. “Misafir İşçi Göçü”yle başlayan bu serüvenin neticesini Allah bilir; biz sadece üzerimize düşeni yaptıktan sonra tahmin ve temennide bulunabiliriz. Herkes entelektüel kapasitesi kadar gidişattan sorumlu olduğu gibi konunun ciddiyetini de o seviyede kavrar. Bazılarına göre fert, aile ve kuruluş bazında mesuliyet taşıyanlar, görevlerini yerine getirmiş olabilirler. Biz, mesuliyet taşıyanların hakkıyla vazifelerini yerine getirmediklerine inanıyoruz. Ve bunun da bir feraset meselesi olduğunu biliyoruz. Ne Türkiye Cumhuriyeti’nin yetkili mercilerinden, ne de merkezi Almanya’da olan Türk çatı kuruluşlarından önümüzdeki onyıllara matuf bir proje tasarımı, hatta bu yönde bir arzusu olanı bile görmedik.


Türkçesizleşen Türkler

Her Avrupalı Türk burada doğup büyüyen, daha aynı ailevî daire içinde yaşayan kendi nesillerine baksın ve daha sonra da onların torunlarının yaşadıkları hayatı ortak değerlerimiz noktasında tahayyül etsin... Varlık sebebimiz olan millî-manevî değerlerimizden ne kadarının yaşatıldığını (ön)gördüklerinde dehşetle irkilmeleri gerekir. İster cemevinde, ister camide olsun; ibadethanede konuşulan dil Almanca’ya dönüşürse, Türkçe’nin son kalesi de yıkılmış olacak. Çocuklar ve gençlerimize kendimize ait değerleri vermek için çırpınan dernek yöneticileri, din görevlileri, seminerci ve konferansçılar; kendinizi kandırmayın! Karşınızda sizi kuzu kuzu dinleyen genç insanlar, anlattıklarınızın en fazla yarısını anlayabiliyorlar. Mükemmel Türkçe konuşan siz henüz hayattayken, şayet evladınız yüzde elli kapasiteyle Türkçe konuşuyor ve en iyimser tahminle yüzde 30 kapasiteyle de Türkçe yazıyorsa, üç kuşak sonrasını varın siz tahmin edin...

Her azınlık, birlikte yaşadığı çoğunluk topluma mensubu olduğu kültür/medeniyet değerlerinden katkıda bulunur. Giderek Türkçesizleşen nesiller, giderek kendinden uzaklaşmaya mahkûmdur. Avrupa’da doğan her yeni kuşak kendinden biraz daha uzaklaşırsa, Türk veya farklı bir etnik kökene mensup Türkiye menşeli Avrupalı Türklerinin ortak kültür dili olan Türkçe kanalıyla gelmesi gereken bütün değerlerden de uzaklaşmış olacak. Böylesi bir durumda, “Türk/Türkiye kökenli Alman Vatandaşları” olmanın ötesinde, hangi özelliğimiz olabilir?

Pek kolay olmasa da, yeni nesil Avrupa Türklerinin belli kesimini şekillendirmek bizim elimizde... O “belli kesim” dediğimiz; evlatlarının kendi kültür değerleri üzerinde şahsiyet bulması için gayret sarf eden aileler ve hitap ettiği kitlenin gençlerine yatırım yapan kuruluşlardır.


Cazibesiz Kuruluşlar

Sohbet için gittiğimiz bir dernek başkanı dert yanıyordu:
-Çocuklarımız gençlik çağına ulaştıklarında onları derneklerde tutamıyoruz; çekip gidiyorlar.

Bulunduğumuz ortama bir göz attıktan sonra dedim ki:
-Onların yerinde, 19-20 yaşlarında bir delikanlı olsam ben de aynısını yapardım.

Kendi bildiği ve gördüğünü çocuk ve genç yaştakilere, eğitim adına dayatan, onların farklı, biraz da bizim standartlarımız dışı, davranış ve düşüncelerine müsamaha göstermeyen başkan, hoca ve idarecilerin hükümran oldukları mekânlarda gençleri tutamazsınız! En fazla çayhane, dershane ve ibadethaneden ibaret “külliye”, gençler için “çekici” (cazip) değildir! Külliyenin önce zihinlerde inşa edilmesi, şekillenmesi gerekir... Dün zaruretten hasıl olan, dört duvardan ibaret derneklerimiz, bugün Göçmen Türk’ün sosyal hayattaki birçok ihtiyacına, beklentisine cevap verecek ünitelere kavuşturulmalıdır. Buralar özellikle yeni nesillerin daraldıklarında soluknacakaları, “tehlike”ye maruz kaldıklarında sığınacakları “kale”ler olabilmelidir.

Meselenin iyi anlaşılabilmesi için şu Yugoslavya örneğine dikkatinizi celbetmek isterim: “Tito devrinden beri bu ülke Slavlaştırılmak istenmiş, İslam’ın izlerini silmek için tedbirler alınmş ve bu meyanda Müslüman kızların Sırp ve Hırvat erkeklerle evlendirilmesi ideolojik bir politika olarak benimsenmiştir. Savaştan önce Zagrep’te düzenlenen bir sempozyuma katılmıştım. Zagrep’teki büyük caminin altında bir kafeterya ve burada, loş ortamda oturup sevgili gibi davranan genç çiftler görmüştük. ‘Caminin altında bunların ne işi var’ şeklindeki muhtemel sorumuza imam şu cevabı vermişti: Kızlarımızın Müslüman delikanlılarla buluşup tanışacağı başka bir ortam yok, Sırp ve Hırvatlarla evleniyor, din ve medeniyet değiştiriyorlardı. Böyle olmaktansa buraya gelsinler, Müslüman gençler olarak tanışsınlar, konuşsunlar, çay kahve içsinler ve birbirleriyle evlensinler’ istedik”. (Hayrettin Karaman, Bir medrese bir medeniyet/Yeni Şafak Gazetesi, 22.07.2012)

Burada zamanın Yugoslavya’sıyla bugünün Almanya’sını kıyaslamak gibi bir niyetimizin olmasından ziyade, Zagrep’in ortasındaki külliyenin cazibe merkezi hâline getirilmiş olmasını, bizim Almanya ve benzeri ülkelerdeki “külliyeci”lerimizin dikkatine sunmak istedik. Kuruluşlarımızın bir bölümünde de Türkçe müzik dinlemek, şiir okumak, şarkı söylemek, kütüphanesinde kitap okumak, sevdikleriyle birlikte çay içmek, hatta kızdığında da Türkçe küfür sallamak diliyorum Avrupa’nın Göçmen Türklerine...


Bugünü okuyanlar yarınları görebilirler

Bir toplumun geleceğini öngörmek, fala bakmak değildir! Avrupa Türklerinin bugünkü durumunu iyi okuyabilenler, olağanüstü gelişmeler olmadığı takdirde, onların yarınlarını da şimdiden görebilirler. Meselâ, göçün 75. yıldönümü idrak edildiğinde, gerek toplum içinde elde edilen sosyo-kültürel konumumuz, gerekse kökkültürümüzle olan irtibat derecesi, mevcut gidişat gözönüne alınarak, şimdiden öngörülebilir. Başka bir ifadeyle; yarınlarda nerede olacağımızı bugünden kendimiz tayin edebiliriz. Daha şimdiden tehlike işaretleri veren yeni nesillerin kimlik meselesi krize dönüşmemesi için bugünden tezi yok tedbiri alınmalıdır. Yazar Hilmi Yavuz; “Kimlik krizi, yani kendi geçmişini ‘öteki’, ‘öteki’ni de kendininki olarak tanımlamadır.(Türkiye’nin Zihin Tarihi)” diyor. İş bu noktaya vardıktan sonra krizin bir adım ötesi, yani kişinin kendi geçmişinden giderek uzaklaşması ve kendisini öteki olarak görenlerle aynileştirmesi, asimilasyondur! Bu süreci şimdiden görebilmek kâhinlik değil, ferasettir.

Gelecek nesillerin hatırı sayılır bir kesiminde din giderek ağırlık kazanırken, Türk olan taraflarının giderek zayıflayacağı endişesini taşıyorum. Türk (millî) yönün kişide zayıflamasına karşılık din kimliğinin güçlenmesi, (bize göre) yabancılaşmanın bir başka türüdür. Çok yakın dost veya akraba çevresinde yalın ve her türlü kültürel zenginlik ve zerafetten yoksun “dini bütün”lerin giderek nasıl yabancılaştıklarını gözlemleyenler, bu konudaki tesbitlerimizi daha iyi anlayabilirler. Bir başka açıdan bakıldığında; “Yabancılaşmanın önemli bir kaynağı, zamanla olan ilişkimizi kaybetmemizdir. Toplum hızla değişirken, geçmiş bize hitap etmez ve gelecek de tahmin edilemez hale gelir. Zamanla ilgili bu alt-üst oluşun sonuçlarından birisi, kişinin anne-babasıyla, onların kuşaklarının değerleri ve hayat tarzlarıyla özdeşleşememesidir. (Prof. Dr. Robert Frager, Habitat 1996, Cilt 2, s. 51-54)”

Asırlar boyu dünyanın değişik yerlerinde, bütün baskı ve dışlanmalara rağmen, azınlık olarak varlığını bugüne kadar koruyabilen Yahudi Diasporası’ndan, Göçmen Türkler olarak, öğreneceğimiz çok şeyler var. Kanaatimce onları yüzyıllardan beri ayakta tutan en önemli unsurların başında, millî bir din olan Yahudiliğin (Musevîlik) bütün ananevî ve inanç boyutuyla nesilden nesile taşınması olmuştur: Geçmiş (mazi) onlara hitap ettiğinden, gelecek (istikbâl) ümit vaat etmiştir. Yirminci Yüzyıl’ın çok önemli (Yahudi kökenli) düşünürlerinden birisi olan Erich Fromm (Haben oder Sein); çok zor şartlara rağmen, Yahudi Diasporası’na, 2000 yıl boyunca gururla yâd ettikleri Şabat (Yahudilerin kutsal günü) hayat kaynağı olmuştur, diyor. Batı Avrupa ülkelerine “Misafir İşçi” olarak gelen Türklerin kalıcı nesillerinin “hayat kaynağı”nın ne olacağını, mesuliyet noktasındaki şimdiki büyükleri karara bağlamalıdır!

Bize yad olan bu kültür coğrafyasında medenî ve irfanî değerlerimizle yarınlarda da var olmak ve yâd olunmak için şu husus unutulmamalıdır: Tarihî arkaplanı olmayanların veya onu bilmeyenlerin ‘arka’sı olmadığı gibi arkasında duran da olmaz.


YAZARIN DİĞER YAZILARI