Referans Referans Referans Referans Referans


Kitaplar Ağlarken

Nereden ve nasıl başlasam bilemiyorum... Liseyi yeni bitirmiş, 19 yaşında bir delikanlıyken Almanya’ya yüksek tahsilimi yapmaya gelmiştim. Türkiye’den gelen diğer talebe arkadaşlar gibi hepimiz bekârdık. Bir taraftan üniversite okuduk, diğer taraftan memleketi kurtarmak için dernekler kurduk. Üniversite diplomamın hangi dosyanın içinde olduğunu bile doğru dürüst bilmiyoruma ama raflardaki yüzlerce kitabı gözüm gibi koruyorum. Willy Brandtların, Helmut Schmidtlerin ve Helmut Kohlların iktidarlarını, Doğu ve Batı Bloku diye ikiye bölünmüş dünyanın Soğuk Savaş dönemini ve ideolojik kamplaşmaları gördüm ve yaşadım.

Evet, dün bekârdık. Bugün torunlarımız var. Dün en iyi Almanca’yı biz konuşuyorduk, bugün bizim çacuklarımız... Geçenlerde yolda yürürken birden bire takılıverdi kafama: Benden sonra kitaplarım ne olacaktı? Yıllar yılı özene bezene seçip aldığım, sayfalarında didik didik “müminin yitik malı”nı aradığım, satırlarını çizip çizik hafızama nakşettiğim kitaplarım... Fuzuli’den Yahya Kemal Beyatlı’ya, Cemil Meriç’ten Ali Şeriati’ye, Muhammed İkbal’den Mehmet Akif’e, Derviş Yunus’tan Arif Nihat Asya’ya ve daha nicelerine kadar bizi anlatan, bizi yazan kitaplarım; yegâne sermayem! Çocuklarımız... Iklaya zıklaya Türkçe konuşan çocuklarımız, sahip çıkarlar mıydı acaba bu kitaplara.... Yoksa kartonlara doldurup “kâğıt konteyner”e mi atarlardı?

Birkaç yazar arkadaşla sohbet ediyorduk. Ürkütücü bir hakikatı çıplak kelimelerle dile getirdim: Bizim kuşak piyasadan çekildikten, yani öldükten sonra Türkçe yazacak kimse olmayacak buralarda... Zaten yeni nesilden çıkan yazarlar da şimdiden Almanca yazmaya başlamışlar bile... Herkes birbirinin yüzüne baktı, o kadar! Beraberinde yıllardan beri abone olduğu bir kucak dolusu fikir, sanat ve edebiyat dergisiyle gelen Hasan Hoca’nın derdi tazalendi sanki: “Bir derneğimize 300 tane kitap hediye ettim. Sonra öğrendim ki, kitapları satmışlar”.

Demek ki hâlâ kitap satın alacak insanlar da varmış... Yüzlerce üniversiteli Türk’ün yetişmesine şahitlik yapmış, kapanan çok eski bir öğrenci derneğimizin kitaplarının bir depoda yığılı durduğunu biliyorum. Daha ne zamana kadar? Evleri bilmem ama derneklerimizin kitaplıklarında zaman durmuş; yıllardan beri el sürülmemiş kitaplar sadece vitrin süsü... Okuyan bir toplumda bizimkiler inadına okumuyor! Okuyan yerli-çoğulcu bir toplumda okumayan bir azınlık kendini nasıl ifade edebilir ve varlığını nasıl koruyabilir?

Kendi yakın arkadaşıyla konuşurken meramını Türkçe anlatamayan insandan Türkçe kitap okumasını, Türkçe yazana ve yazılana sahip çıkmasını beklemek mümkün mü? Günlük gazeteleri takip etmeyi bir maharet zanneden “temsilci”nin okumadığını zaten konuşurken anlarsınız. Basmakalıp cümleler ve dinlemekten gına getirdiğiniz hep aynı sözcüklerle toplumun karşısındaki “öncülerle” gelmiş olduğumuz nokta, dünkünden bir adım geridedir.

Diğer Türk kuruluşlarına kıyasla, daha çok cami dernekleri etrafında toplanan kitlelerin içinden okuyanlar da, anlamını dahi bilmediği duaları ezberlemeyi ve menkıbe kitaplarını okumayı, “okumak” olarak değerlendiriyorlarsa; Almanya gibi feylezoflar ve edipler ülkesindeki Türklerin entelektüellik seviyesini varın siz tahmin edin... Bu saatten sonra, “Buraya gelen Türklerin geliş sebebi çalışmak olduğunu ve kendilerinin de işçi olduklarını unutmayınız!” gibi bir savunmanın artık geçerliliği kalmamıştır. İlk gelen Türkleri sadece sokaktaki yürüyüşlerinden veya kara kafalı olduklarından değil, ellerindeki gazeteden de Türk oldukları anlaşılırdı. Şimdi onların (eğitimli ve diplomalı) torunları, dedeleri kadar bile gazete okumuyorlar.

Türkçe gibi hayatî önem arz eden bir ortak derdimizi dahi, şahsî ikbâli uğruna istismar eden “öncüleri”mizi gördükçe, Türkçe ve kültürümüz adına derdimiz katmerlenerek artıyor.

Raflarda renk renk, cilt cilt dizili kitaplar okuyucu bekliyorlar ne zamandan beri... Göz nuruyla yazılmış; sevdamızı, kahramanlığımızı, şiirimiz edebiyatımızı, fikriyatımız ve ilahiyatımızı anlatan kitaplar, günün birinde rutubetli depolarda küflenmekten veya çöp bidonlarına atılmaktan, nadan eline düşmek, yaban eline terk edilmekten muzdarip; gözyaşlarını açılmayan, el sürülmeyen varaklarına akıtmaya devam ediyorlar. Tozlu raflarda yıllardan beri bekletilen; televizyon lakırdılarına, günlük dedikodulara harcanan zamanın çeyrekte birinin bile esirgendiği kitaplarla göz göze geldiğinizde, onların hazin hazin ağladığını görmüş olacaksınız.

Elinize kitap almadan, âlimin yüzüne bakmadan, nasıl ve hangi yüzle, “Rabbim benim ilmimi artır” diyeceksiniz?

Bayrak rüzgâr bekler, çiçek dokunmak, kitap okunmak ister.


YAZARIN DİĞER YAZILARI