Referans Referans Referans Referans Referans


Toplandık da N’oldu?...

Yine nutukların atıldığı, birilerinin ortak değerlerimiz üzerinden kendini, birilerinin de yine; resimli, kameralı her toplantıdan toplantıya varlığından haberdar olduğumuz derneği üzerinden kendini “pazarladığı” bir buluşmayı daha geride bırakmıştık. Toplantının sonuna kalanlardan bazılarıyla bir masa etrafında oturmuş sohbet ediyorduk. Genç bir hanımefendi, toplantıda siyasî cenahtan birisinin itinayla seçilmiş sıfatlarla mikrofona davet edilerek başladığı konuşmasında bahsettiği, “eylem planı” tavsiyesine istinaden sordu: Şimdi eylem planımız ne olacak? Anlaşılan bizi “dizayn” etmekle görevlendirilmiş kişiye sorsaydın ya, diyecektim fakat demedim.

Geride bıraktığı onyıllar içinde sayısını bilmediği nice biraraya gelmeler, buluşmalar ve birlikte adım atmalar’ın canlı şahidi olmuş birisi olarak, acı acı gülümsedikten sonra; “Hani birisi, karşısındakine heyecanlı heyecanlı bir hadise veya hikâye anlatır, anlatır, anlatır da, bir türlü sonunu getiremediğinden meraklı dinleyici sorar ya; ‘Sonra n’oldu?’ diye... Şimdi ben de benzeri bir soruyu kendi kendime soruyorum: Toplandık da ne oldu?” dedim.

Evet... Bahsekonu etkinliklere katılanlar kendi arşivlerine bir göz atsalar; hangi tarihlerde kimlerle yanyana resim çektirdiklerini ve gazete manşetlere hangi konuların taşındığı görmüş olacaklar. Ve yine o sözlerden hangisinin veya ne kadarının fiiliyata (eyleme) dönüşüp dönüşmediğini ellerindeki gazete küpürleri belgelemiş olacak. Demem odur ki, Almanya’daki Türklerin meseleleri üzerine konuşulmadık söz, teklif, temenni ve verilmedik vaad kalmadı. Genç kadına dediğim gibi; şimdi zurnanın zırt dediği, bıçağın kemiğe dayandığı, konuşulanların bir hükmünün ve inandırıcılığının kalmadığı bir yerdeyiz artık...

Bir gün vicdanımın isyanını şöyle dillendirmiştim: Bu toplumun ortak değerleri, mukaddesleri üzerinden mensubu olduğu grubu, kuruluşu veya şahsını biryerlere taşımak, bu değerlerin üzerine basarak yükselmek niyeti ve cihetinde olanlara, kültürel varlığını kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya olan nesillerimiz adına hakkımı helâl etmiyorum. Allah indinde onlardan şikâyetçi, Hesap Günü’nde davacıyım!

Dedin de ne oldu diye sormayın... Hiç kimse tınlamadı!

Sadece kendi grubunun veya camiasının değil, mensubu olduğu toplumun da ortak değerlerini, mukaddeslerini omuzlayıp, hedefe taşıyanların bizatihi kendileri omuzlarda taşınmaya layık insanlardır. Peki bu değerlerimizi ağzına gözüne bulaştıran, diline pelesenk edenler?... Onlar, bir toplumun varlık sebebi olan değerlerini değersizleştirdiklerini ve o değerler üzerinden yükselmeğe yeltenenlerin aslında alçaldıklarını bilmiyorlarsa, birileri çıkıp bunlara haddini bildirmesi gerekmaz mi?...

Baskın kültürün cenderesinde soluğu kesilmek üzere olan 3. ve 4. kuşak Avrupa Türkleri adına şaha kalkan vicdanım, bütün gayretime rağmen, kısa hitabetimde ifade tarzıma yansıyarak beni ele vermişti. Samimiyetine inandığım birisi yanıma geldi; “Endişlerinizi anlıyorum fakat mücadeleyi de elden bırakmamak gerekir.” dedi. Ben de; “Artık birilerini taşıyacak gücümüz de, sabrımız da kalmadı!” dedim. Avrupa’nın Göçmen Türklerine bihakkın hizmet edenlere “ayakbağı” olmanın ötesinde bir özelliği olmayan, şahsî kaprislerinin tutsağı olanları içimizden ayıklamadığımız müddetçe, kendi kendimizle cedelleşerek zamanımızı, enerjimizi ve istikbalimizi kaybediyoruz.

Bir toplumun ha bire millî-manevî hassasiyetleriyle oynanırsa, o toplum zamanla duyarlılığını kaybederek, sinir uçları köreltilmiş bünyeye dönüşür. Bizi birbirimize yaklaştıran, kenetleyen “millî” ve “dinî” değerler olduğu gibi, bizi birbirimizden uzaklaştıran, zıt kutuplar hâline getiren sebepler de yine, bu değerlere farklı mesafede oluşumuzdan ve farklı açılardan bakışımızdan kaynaklanmaktadır. Cumhuriyet Türkiye’sinin özellikle son kırk yılı, bu iki ana kavram etrafında kopardığımız fırtınada millet olarak defalarca savrulduğumuzun şahitidir. Garp’taki Türklere baktığımızda, anavatandakilerden pek farkımız olmadığı görülecektir. Bizim hem toplum hem de millet olarak, hafızamız kadar hazinemiz de bu değerlerde saklıdır.

Milletimizin meseleleriyle hemhal olmuş, sözkonusu toplantıda bulunamayan bir dostum da, gönderdiği iletide; “Toplantıdan ne çıktı?” diye sormuştu. “Toplandık; konuştuk, konuştuk, konuştuk... Kendisini pazara çıkaranlar bu fırsatı da kaçırmadılar: Avrupalı Türklerin hayatî bir davasını kendine binek atı yapanlar emellerine nail oldular. Gazete sütünlarında, internet sitelerinde ve televizyon kanallarında arz-ı endam ederek, birilerinin veya biryerlerin dikkatini çekmek, gözüne girmek isteyenlerin arzusu yerine geldi. Yarın bu toplantıya dair bazı gazetelerde göreceğin topluca resim, aslında geleceği tükettiğimizin vesikasıdır.” dedim.

Geçmişte Avrupa Türklerini, Türkiye siyasetinin dar kalıplarına sokanlar büyük vebal altındadırlar. Buradan Türkiye’yi kurtarma mücadelesi vermekten, burayı ve buradaki kendilerini unuttular. Şimdi son yıllarda özellikle istikbâl vaad eden yeni kuşakları iktidar nimetlerine iştahlandırarak teşkilatlandırma gayretleri, son derece hatalı bir yol ve yanlış bir hedef belirlemesidir! Bu ve benzeri girişimler, Avrupa Türklerinin kendi ayakları üzerinde durmasına, burası için düşünce üretmesine engeldir. İşte bu yanlış sinyal, Türk azınlığın meselesi hâline gelmiş ortak değerlerine çözüm üretmek yerine, onlar üzerinden kendisine Türkiye siyasî veya bürokratik hayatında yer edinme gayretlerini teşvik ediyor. Avrupa Türkü’ne faydası olmayanların, Türkiye Türkü’ne ne faydası olabilir?


YAZARIN DİĞER YAZILARI