Referans Referans Referans Referans Referans


Ümmet Ülkücülüğü

Soğuk Savaş döneminin ideolojik kamplaşmalarını yaşamış olanların bir kesimi için ümmetçilik, kendi dünya görüşünü ifade eden bir kavram olsa da, diğer kesimler ve hele “resmi ideoloji” için menfiliklerle dolu, “tehlikeli” bir kavram olarak zihinlerde yer etmişti. O döneme ait ideolojik/siyasî kavramların artık kısmen veya tamamen anlam kaybetmesinden sonra, ümmet ve ümmetçilik de, daha peşinhükümsüz ve önyargısız ele alınabilir.

Bu değişimi ‘Kendi Eksenine Dönüş”te şöyle izah etmiştim: Batı’dan ithal ettiğimiz, en sağından en soluna kadar her türlü ideoloji bugün itibariyle tedavülden kalktığından dolayı, dünün bütün müslüman kimlikli her türünden ideolojik insanları, kendilerini tarif ve kategorize etmekte hayli zorlanıyorlar. Düne kadar çok kalın çizgiler ve kırmızı hatlarla belirlenen sınırlar, artık Avrupa Birliği’ne dahil ülkelerin sınırları gibi oldu: İsteyen, istediği tarafa sorgusuz sualsiz geçebiliyor ve yeni oluşumlar meydana getirebiliyorlar. Orada da, “Soğuk Savaş” dönemine ait ideolojik paradigmaların iflas ettiğini artık rahatlıkla görebiliyoruz.

Bizim, “ümmet ülkücülüğü”ne dudak bükenler, bu da nereden çıktı diyenler; hep baktıkları Batı’yı biraz da bu yönüyle görsünler: Avrupa Birliği, Hıristiyan Ümmeti’ne mensup ülkelerin oluşturdukları bir “Hıristiyan Kulübü” yani o dine mensup milletlerin oluşturdğu ümmet birliğidir. Bu birliğin oluşumu için mücadele eden, gayret gösteren ve şimdiki gibi iktisadî krizlerle sarsılmasına rağmen, AB’nin ayakta kalması ülküsüne inanmış her Batılı bir ümmetçidir. Eskiye kıyasla ve Batı’daki gelişmelere bakarak, belki günümüzdeki ümmetçi oluşumları daha iyi tahlil ve idrak edebiliriz.

Dünyanın bu kadar dağınıklığı kaldıramayacağını; imparatorlukların parçalanmasından sonra ortaya çıkan ulus devletlerin yeniden kendilerine yakın veya ortak değerlere sahip olan ülkelerle birlikteliklere gideceğini, uluslararası gelişmelerden anlamak mümkün.

Şimdi kendi bölgesinde ve gönül coğrafyasındakileri derleyip toparlayacak bir bölge gücü haline gelen Türkiye’nin dinî çıkışlı ve millî çıkışlı fikir hareketleri, bu gelişmeler ışığında, millet-ümmet kavramları kadar, milliyetçi-ümmetçi kavramlarına da yeniden ortak misyon yüklemeledirler: Milletçi/milliyetçi olanlar ümmeti, ümmetçi olanlar milleti/milliyeti düne kadar ve belli kesimlerde hâlâ geri plana atarken; dünyanın hem kendi, hem de güneşin etrafında dönmeyi aynı zamanda tamamladığı gibi, biz de ilk daireyi millî kimliğimiz etrafında, ikinci büyük daireyi de ümmetin etrafında dönerek tamamlamalıyız.


Önce kendimizi ispat edelim...

Şeyhin birisi bir mecliste: “Ben on dört delil getirerek Allah’ı ispat ettim” deyince, Şems-i Tebrizî ona cevaben diyor ki: Allah adına sana teşekkür ederim! Be adam! Sen git kendini ispat et. Allah’ın senin ispatına ihtiyacı yok!

Hadiseler karşısındaki duruşu, yaşadığı hayat tarzı; söyledikleriyle eylemleri arasındaki tutarlılığı ortaya koyamadan, bir davayı savunmaya kalkışana, yukarıdaki kıssadan hissede olduğu gibi; “Be adam, sen “dava”nı anlatmadan evvel kendini bir ortaya koy da görelim!” derler.

Meselâ, Almanya gibi bir ülkede Müslüman-Türk olarak yaşıyorsunuz: İslâm ümmetinin önemli bir kesimini teşkil eden Türk Milleti’ne mensup olan siz, bazen dininize, bazen de kültürünüze haksızca saldırılara karşı savunmaya geçiyorsunuz. Bu durumda siz de, şimdiye kadar benzeri suçlamalar karşısında diğer Türklerin/Müslümanların sergildikleri tavırlardan daha farklı bir tavır sergilemiyorsunuz... Yani; dininizin doğruluk ve güzelliklerini, kültürünüzün zerafet ve zenginliğini veya milletinizin alicenaplılığını anlatıyorsunuz. Fakat karşıdakinin sizin anlattığınıza değil, bizatihi sizin sözünü ettiğiniz, hararetle savunduğunuz değerleri ne derece temsil edip etmediğinize, yaşayıp yaşamadığınıza bakarak not düştüğünü artık anlamanız gerek! Propaganda bizim lügatımıza sonradan ithal yoluyla girmiş bir sözcüktür. Davanın propagandası (bizde) yapılmaz, o sadece yaşanır! Çünkü bizde misyonerlik yok, sadece tebliğ vardır. Ülkücü, davasını ete kemiğe büründüren adamdır.

Bir ümmet ülkücüsü; “Benim yapabileceğim ancak kendimi, kalemimi, dilimi, bilgimi satmamak, korkudan sessiz kalmamak veya huzurlu, eziyetsiz, zevkli bir yaşam için ve yarınımı güvence altına alma endişesiyle omuzumda taşıdığım bu sorumluluk yükünü yere bırakmamak ve bütün imkânlarımı, yeteneklerimi ve ömrümün her anını bu yolda feda etmektir (A. Şeriati, Aşina Yüzlerle)” diyordu. Kendi ifadesiyle bazen; birkaç karışlık betondan bir kafeste veya kabir gibi dar ve karanlık bir dünyada yapayalnızdı, bazen de; “Evde yalnız, sokakta yalnız, aydınlar arasında yalnız, müminler arasında yalnız, başıma üşüşen heyecanlı ve çığırtkan kalabalıklar içinde yine yalnız... Daha da yalnız“ olduğunu söylüyordu. Ve bütün bunlara rağmen azmini, inancını, mefkuresini, gayesini, yani ülkücülüğünü elden bırakmıyor ve; “Ben yenilmeyeceğim! İman ve sevgi benim gövdemi tunca dönüştürdü” diyordu. Şimdi bu satırları okuyan ve kendisini de “dava adamı” veya inandığı yolun “ülkücüsü” olarak gören herkes, elini vicdanına koyarak, kendisine ayna tutsun...


Ümmet Ülküdaşlığı

Ümmet/Medeniyet Ülkücülüğü’nün, şimdiye kadar bizim ülkü, ülkücü veya ülkücülük’ten anladığımız, bildiğimiz ve gördüklerimizden farkı; geniş açılımlı, engin ufuklu, çokkültürlü fakat sadece İslâm merkezli bir ülkü anlayışı... Mensubu olduğu veya mensubiyet duyduğu milletin kültürel varlığını ve özelliğini yaşatırken diğerlerine üstünlük sağlamak, baskı aracı olarak kullanmak veya ayırımcılık gayesiyle değil, hele ondört asırlık bir birikime sahip medeniyet dairesi içinde tek bir ırka veya kültüre dayalı ülkücülük hiç değil, tam tersine, insanlığın huzur ve selameti için, merkezinde insan olan ve o insanı da, Yaratıcı’ya olan teslimiyetten dolayı, ‘yaratılmışların en üstünü’ noktasında gören bir medeniyet anlayışı ve yolun yolcusu, iddiası olan inanmış insanlar...

Benim ülkücü dediğime, siz isterseniz “mefkûreci” veya “idealist” deyiniz. Eğer bir davanız varsa, “dava adamı”, şayet bir iddanız varsa, “iddia adamı” da olabilirsiniz, itiraz etmem! Siz, “sağcı” veya “solcu” olabilir, Fars, Kürt, Türk, Arap veya Allah’ın yarattığı başka kavimlerden olabilirsiniz; kabulümdür. Namaz-niyazınız azlığı çokluğu sizin meseleniz. Siz, ben müslümanım diyor ve benim bir iddiam, bir davam, bir gayem veya bir ülküm var diyorsanız, sizinle yola çıkılır. Sizinle hem dindaşız hem de ülküdaş... Yola koyulmadan önce, eski ideolojik alışkanlıklarımızı, bildik kural-kaidelerimizi rafa kaldırıyor ve ezberimizdekini unutuyor, yani burda da köklü bir paradigma değişimine gidiyoruz: Nihaî hedefimiz; varoluş gayesinden saptırılalı beri kimlik bunalımına saplanmış olan insanı, insan merkezli Aşk Medeniyeti’yle tanıştırmaktır.

21. yüzyılın yeniden ülkücülüğü; İslâm dairesi içinde fakat kavimlerüstü, ırka dayanmaz fakat ırkı inkâr da etmez, üstünlük tayini ve derecesini Allah’a havale eder, reaksiyoner değil, ideolojik hiç değil, cihanşumül şiarı; “emri bil maruf, nehyi anıl münker”dir.

Yeniden ülkücülük; gayesiz, iddiasız müslümanlığa, ideolojik müslümanlığa, elinden ve dilinden dostlara faydası gelmeyen müslümanlığa, ırkçı müslümanlığa ve müslüman ülkede ırkçılığa karşı, elinden ve dilinden insana ve insanlığa fayda veren müslümanlıktır. (M. Aşkar, Kendi Eksenine Dönüş, s. 78-79)

(*): Kavmiyetçilik, Milliyetçilik, Ülkücülük başlıklı, iki bölümlük bu makaleyi Merhum Muhsin Yazıcıoğlu’nun 4. Ölüm Yıldönümü münasebetiyle kaleme aldım. Allah’ın rahmeti onun üzerine olsun.

YAZARIN DİĞER YAZILARI