Referans Referans Referans Referans Referans


Zaman Boyu Yaşayan Sözler
"Bostan ve Gülistan’dan -1"

Zaman boyu gök kubbe altında çok şeyler söylenmiştir. Söylenen hoş sadalar bu kubbede baki kalmış, nice yürekler bu güzellikleri paylaşmıştır. İnsanı ilgilendiren doğrular zaman boyu değişmemiş, bir doğru söz, yüz yılları aşarak gönül ehli insanların dimağlarında yaşamaya devam etmiştir.

Yaklaşık sekiz asır önce kaleme alınmış „Bostan ve Gülistan“ adlı eserin içindeki temel doğrular, yüz yılları aşarak bugünlere ulaşmaktadır. Sadi Şirazî’nin bu müstesna eseri mânâ güzellikleriyle, ahlâk incelikleriyle doludur. Aslı Farsça ve mesnevi tarzı manzum yazılmış bu eser gerek Osmanlı döneminde, gerekse Cumhuriyet döneminde tercüme edilerek (mensur biçimde) edebiyat hayatımızda büyük ilgi görmüştür. Büyük mütefekkirler tarafından dahi övülen bu eser, gençliğe iç donanım kazandırma anlamında değerli görülmüştür.

Kolay ve yalın söylenen bu sözlerin mânâ derinliği ve misal gücü gerçekten çok ileri derecededir.Aşağıda yer verdiğimiz kısa misaller bunu teyid etmektedir.Nasihat koruyucudur, tedbirdir. İnsanın, insana karşı iyi niyetidir. İnsanın kendisi için istediği iyiliği, bir başkası için de istemektir. Nasihat ziya verir, kesinlikle ziyan vermez. Sadi’nin veciz misali de bunu anlatır:„..Nasihat ziyan vermez. Dinlersen, sana bir nasihat vereyim:Gücüne dayanıp, kuvvetine dayanıp, kuvvetine güvenip zayıfları yakma. Yarın kıyâmet gününde bir fakir, koca bir padişahı çeker, ulu mahkemeye götürür. O gün büyük kalmak istiyorsan, burada küçükleri kendine düşman yapma. Çünkü bu saltanat geçince, o dilenci dediğin insan kahır ile eteğine yapışır. Zayıflara zulümden el çek, seni yıkacak olursa utanırsın. Küçüklerin elleriyle yıkılmak, hür ve asil insanlar nazarında insanı utandırır. Doğruların arkasından eğri gitme.“ Kolay söylenen, fakat içinde en önemli ölçüyü taşıyan satırlardır bu satırlar.. Ve her fert, her toplum buna muhataptır..

Hep tartışılan, „Hak kuvvetlinin değil, haklının olmalıdır“ prensibi önemli bir husustur. Gücü yeten yetene kargaşası uç verdiği zaman toplum dengesi bozulmuş demektir. Zira, bir güçlü bir zayıfı ezerken, daha güçlü olan ise bu güçlüyü ezebilecektir. Sadi Şirazî, bu konuyu kendi hayatından bir anekdot ile anlatmaktadır: „Çocukluğumda yumruğum kuvvetliydi. Uşakları, kendimden küçükleri incitirdim. Bir gün benden kuvvetli birisinin yumruğunu yedim. Bir daha zayıflara eziyet etmedim.“ Nitekim hayat böyledir. El elden üstündür.. Kuvvetler geçicidir.. Kalıcı olan adalettir, haklılıktır.. İnsanları korkuyla sindirmek değil, sevgiyle fethetmek önemli ve geçerli olandır.

Bostan ve Gülistan’da muhtaçlara yardım etmek ve iyilikte bulunmak hususuna da derin bir boyuttan bakılır. İyi durumda olanlar da, kötü durumda olanlar da insandırlar. İnsanlar aynıdır da imkânlar farklıdır. Kişi kötü durumda olanın halinden, kendi iyi halini hatırlamalıdır. Sadi’nin sözü bu yöndedir: „Tutayım ki, sen düşkünlerden değilsin. Bir düşkün görürsen niçin durup, yardım etmezsin.“ Yine aynı husus şöyle misal edilir: „Sen ki bir şey istemek için kimsenin kapısına gitmiyorsun, buna şükran olmak üzere, kapıya gelen dilenciyi kovma!.„ Daha ileri noktada ise şöyle söylenir: „Bir âmayı görürsün. Giderken yolu kuyudan farketmez. Onu görüp de sen gözlü olduğuna şükretmelisin.. Şükretmeyecek olursan sen de âma sayılırsın!.“

Muhakkak ki bu haslet ve ölçülerin bir istinat noktası olmak gerekir. Değilse nesilden nesile aktarılma şansı ve bir toplum dinamiği olma tarafı hayatiyet kazanmaz. Ancak inanç, iman ve irfan değerlerimizi içselleştirdikçe hayat pratiğine bu güzellikleri katma imkanımız olur. İki alemli ömür, tayin edici, belirleyici unsurdur. Ömrü iyiliklerle doldurmak lâzımdır. Hem de ilk fırsatta. Sadi Şirazî, yukarıdaki telkinlerine, aşağıdaki şu hatırlatmayı ekliyor: „Arkadaş; şimdi elinden gelirken iyilik yap. Yoksa yarın kefeni yırtıp elini çıkaramazsın.” Ve bu hususu akılları düşünceye yöneltecek bir misal ile söylüyor Sadi Şirazî: „Karun'un bütün hazinelerini ele geçirsen, ancak bağışladığın kısmını götürmüş olursun, kalanı burada kalır.” Nitekim Divan şairi Hayalî bunu, “Mal-ı dünyadan ne aldı gitti, var Karun'a sor” diyerek bir azade mısrada söylemiştir.

Şüphesiz yukarıda sözü edilen iyilik, Allah rızası gözetilerek, bir şan beklentisine girilmeden yapılmalıdır. Bu hususa da güzel bir vurgu vardır Bostan ve Gülistan’da:“ Birisine iyilik ettiğin zaman -Ben efendiyim, beyim; o bana muhtaçtır- diye kendini büyük görme. Zaman o muhtaç kişiyi vurmuş deme. Zira vuran kılıç henüz kınına girmemiştir; mümkün ki seni de kılıçlar.”

Gerek toplum içinde gerek yakın çevre içinde uyumlu ve düzenli bir hayatın yaşanması kişilerin iyi huyları, olgun davranışları ve kibirden uzak olmaları ile mümkündür. Yani kendini çok yüksek ve farklı görmek, başkalarına “ötekileştirme” gözüyle bakmak diyalogu, muhabbeti zora sokan yanlışlıklardır. Farklı görünme tavırlarına, hele de layık olmadığı halde hallere girmek hiç hoş değildir. Bu konuya da ilginç yaklaşımlar vardır: “....İnsan, derecesinden fazla görünmek fenadır. Çünkü üzerindeki iğreti süslü libası alacak olurlarsa, sırtındaki eski elbise ile dımdızlak kalırsın.” Bir başka yorum ise şöyle yapılır: “....Ben iç yüzümde kötü ve alçak isem, zâhirdeki şerefimin ne faydası vardır.” Ve sorgulayan bir değerlendirme yapılır. İçi hakikat dolu olmayanın dıştan görünüşü çok anlam ifade etmez denir: “Adalet terazisinde, adalet divânında rüzgâr ile dolu tulum tartıda ne çeker.” Çözüm iyi huylu ve tevazu sahibi olmaktır şüphesiz.

Tevazu konusu anlatılırken incinin oluşum efsanesinden söz edilir ki gerçekten çok anlamlıdır: “Bir buluttan deniz üzerine bir damla damladı. Denizin genişliğini görünce utandı. Kendi kendine: -Deniz bulunan yerde ben kim oluyorum. Eğer o var ise, doğrusu, ben yok sayılırım.- dedi. Damla kendini hakir gördüğü için, denizin derinliğindeki sedef onu bağrına bastı, naz ile besledi. Felek o damlayı öyle yükseltti ki, padişahların taçlarına lâyık inci oldu. Damla kendisini alçak gördüğü için yücelik buldu. Yokluk kapısını kaktığı için var oldu.” Bu misali aşağıdaki ekler ne de güzel bütünlemektedir: “...Yücelik istersen, tevazu ihtiyâr et. Çünkü yücelik damına çıkmak için, tevazudan başka merdiven yoktur. Meyveli dal başını aşağıya tuttuğu gibi; akıllı insan da mütevazi olur.Yücelik istersen yücelik arama.” Kibirden arınmış şekilde, iç donanım sahibi olmanın güzelliği malumdur. Bunun ayrıca hakkın verdiğini, nasip ettiğini kendinden bilmemek ayrıntısı vardır. İzahı pekiştiren sözler hep devam eder bu eserde: “....Eğer dağ gibi ayağını eteğine çekersen, başın göklerce yüksek olur.”

Her konuda izah ve yorumların var olduğu eserde, düşünmeden dikkatsizce konuşmaların yanlışlığı da zikredilir: “...Ey çok bilen kimse dilini çek. Çünkü yarın dilsizlere sorgu sual yoktur... Bir sözü söylemedikçe o söze sen galipsin. Fakat söyledikten sonra o sana galip olur.” Aynı istikamette şu tespitler de vecizdir: “..Dili kesilmiş bir dilsiz yahut sağır olarak bir köşede oturan kimse, dili kendi hükmünde olmayan (dilini idare edemeyen) kimseden daha iyidir. Ukalâ katında sükût etmeli, lüzumu takdirinde söylemek gerekir. İki şey akıl hafifliğine delâlet eder; Söyleyecek yerde susmak, susacak yerde söylemek. Ne söyleyeyim diye düşünmek, niçin söyledim diye pişman olmaktan daha iyidir.”

Yıkmanın kolay, fakat geri düzeltmenin zorluğu bir vakıadır: “...Küçük bir çocuk da Rahş'ın (Rüstem'in) atının bağını çözebilir; fakat sonra yüz Rüstem toplansa, onu kemende getiremezler.”

Düzenli, dikkatli, düşünceli bir davranış biçimine sahip olmak olgunluğun, oturmuşluğun neticesi olsa gerektir. İnanç ve irfan ölçülerimizi bilmek demektir bu bir bakıma: “...Bâtıl bir söz işitirsen kulak verme; çıplak birisini görürsen, gözünü kapa.” Ve devamındaki ikaz içeren şu söz çok yerinde bir söz: “...Kardeşini mahallede rezil etme. Yoksa zaman seni şehirde dillere destan eder.”

Toplum, çevre ve aile barışı ilkeli davranışlar sayesinde korunur. Zira iyi huylu, iyi niyetli olmak, iyi bir insan olmanın vazgeçilmezlerindendir. Değil ki durup dururken insanların arasının açılmasına sebep olmak, bir geçimsizlik varsa onu dahi iyi istikamete yönlendirmek gerekmektedir. İşte buna işaret eden sözler: “Kavga iki kişi arasında yanmış bir ateştir. Söz taşıyan ise o ateşi söndürmemek için odun taşıyan oduncuya benzer.“

Bundan dolayı inancımız gıybet ve ondan doğacak fitneye karşı ciddi telkinler ortaya koyar. Eserdeki buna dair misal de anlamlıdır: “Bir şahsa birisi gıybet ederek dil uzattı. Orada bulunan bir yüksek âlim ona şöyle dedi: Benim yanımda kimseyi kötülükle anma. Beni kendi hakkında fena zanna düşürme. Çünkü sen birisini gıybet edersen, ben seni fena bilirim. Hem de bu gıybetten ne çıkacak bilmem. Tutayım ki sen onu gıybet edince, onun derecesinden bir şey eksildi. Fakat bu eksilen şey senin derecene ilâve edilmez ki.”

Halbuki başkalarının davranışı üzerinde emek “ikmal” etmek, kendini “ihmal” etmek neticesi doğurur. Herkesin önce kendine bakması bundan dolayı önemlidir. Şair mısraları, “kişi noksanını bilmek gibi irfan olmaz”, derken, “kendi ayıbını bilmektir ancak hüner” derken bunu anlatır. Şüphesiz Bostan ve Gülistan bu konuda da sözler saklıyor içinde:
“Ey hünerlerini avucunun ortasında tutup, ayıplarını koltuğu altında saklayan kimse. Ey kişi ihtiyaç gününde, herhangi bir şey lâzım olduğu zaman, geçmez akçe ile ne almak istersin?”

Güzel görmek için güzel bakmak lâzımdır deriz. Kalbini temiz tutanın bakış ve yorumları şüphesiz farklı olur. Sadi Şirazî’nin bunu anlatan sözü ile sohbete nokta koymuş olalım:
“Ey donuk yüzlü!. Kalbini tertemiz, mücellâ tut . Çünkü bulanık yüzlü, kararmış ayna iyi göstermez.”