Referans Referans Referans Referans Referans


Sömürü

Anadolu’nun en ücra köşelerinin birinden İstanbul’a ilk defa (1971) gelmiştim. Sirkeci Tren İstasyonu’nun önünden akıp giden kalabalığın içinde ilerlerken, aniden bir kadın karşıma dikildi: “Kocam Bakırköy Hastanesi’nde ağır hasta olarak yatıyor. Onun yanına gidecek dolmuş param yok. N’olur, Allah rızası için bana yardım edin” diyerek sızlanmaya başladı. Geçmiş gün, tam hatırlayamamakla birlikte, üzerimde son derece inandırıcı bir intiba uyandıran bu pejmürde görünümlü kadına, istediği miktar olan bir veya ikbuçuk Lira’yı çıkarıp vermiştim. Bir gün sonra yine aynı güzergahta, ilk defa İstanbul gibi bir büyük şehri görmüş olmanın verdiği acemilikle aval aval dolaşırken, aynı kadın yine önümde peydah oldu ve dünkü sözlerini aynısını tekrarlamaya başladı. İlk karşılaştığımızda kadına karşı beslediğim merhamet duygularım, bu sefer öfkeye dönüşmeye başladı: “Sen, dün aynı sözlerle benden para isteyen kadın değil misin?” diyene kadar, kalabalığın içinde kadının kayıplara karıştığını gördüm.

Köln Tren İstasyon’nun bitişiğindeki metroda tramvay beklerken, takriben kırk yaşlarında, düzgün kıyafetli bir kadın, yavaştan bana doğru yaklaşarak önüme dikildi: Gayet düzgün bir Almanca ve sanki başkalarının duymasından utanıyormuşcasına, uygun bir ses tonuyla; “Rahatsız ettiğim için özür dilerim. Bilet alacağım ama bir Euro eksiğim var, acaba bana yardımcı olabilir misiniz?” dedi. Üstbaşı gayet düzgün olduğu gibi, ifade tarzında da bir “hanımefendilik” vardı. Bu ve benzeri taleplerle sık sık karşılaştığım için pek itibar etmek istemesem de; gerçekten de ya dediği gibi bir durumla karşı karşıya ise, diyerek bir vicdan muhasebesi yaptım. “Gerçeği söylediğinizden şüphem olmasına rağmen, çok inandırıcı konuştuğunuz için size bir Euro veriyorum” dedim.

Birkaç hafta sonra Köln Tren Garı’nda yine aynı kadın karşıma dikildi. O beni tanımamıştı ama ben onu düzgün kıyafetinden hemen tanıdım. Daha ağzını açar açmaz, biraz sert bir edayla; “Sana bir defa para verdim ama artık yok!” dediğimde, kadın oracıkta kayıplara karıştı.

İstanbul’da karşılaştığım olayla, kırk yılı aşkın bir zaman sonra Köln’de karşılaştığım olay arasında sadece ifade tarzında bir farklılık var: Biri, sözde ağır hasta kocasının yanına gidecek yol parası için dilenirken, diğeri de, güya yol parasının eksik kalanını tamamlamak için el açıyordu. İkisinin de ortak yönü; pazarlanan mağduriyet sayesinde, merhamet, acıma veya yardımlaşma gibi şaha kalkan insanî duygular üzerinden hedefe ulaşmaktır.

Böylesi dilenci tacirler yüzünden, duraklarda, köşebaşlarında karşılaştığımız gerçek ihtiyaç sahibi el açanları da bu sefer görmemezlikten geliyoruz. Türkiye’nin hemen hemen her köşesinde karşılaşabileceğimiz Suriyeli mültecilerin içler acısı durumu, Türk Halkı’nın merhamet duygularını harekete geçirmiştir. Böylesi bir ortamda özellikle kadın dilencilerin tamamına yakını “Suriyeli” olarak karşımıza çıkması ise, mağdur olan insanların daha da mağdur olmasına sebep olmaktır.


Bebekli dilenci

İstanbul-Sultanahmet’te yürüken, tramvay durağının yanıbaşıda, akşamın soğuğunda beton kaldırım üzerinde, resimde gördüğünüz kadın ve kucağındaki çocukları görünce tüylerim diken diken oluyor. Dilenmenin de bir ahlâkı vardır, diyorum kendi kendime... Bebek yaşta çocukların bu şekilde istismar edilmesine, yetkili yetkisiz kimsenin aldırış etmemesini ülkem ve halkım adına ayrı bir utanç sebebi olarak görüyorum. Kadının yanına yaklaşıyorum:

“Nerelisiniz?” diye sorduğumda, “Antepli” cevabını alıyorum. Yalan söylediğinden eminim. Kadını konuştururken cep telefonumla resim çektiğimi görünce, “çekme!” diyerek şiddetli bir tepki gösteriyor. “Bu çocuklara şu soğuk havada acımıyor musun? Onları niye buraya getirdin?” sorusundan son derece rahatsız olduğunu görünce, oradan uzaklaşmak mecburiyetinde kalıyorum.



Bu halk hep böyler duyarsız ve umursamaz mıydı?... Vicdan ve merhametten yoksun, Allah korkusu olmayan bir zalim dilenci kadının kucağındaki (aslında esaretindeki) bu bebekler, oradan gelip geçen yetkili, yetkisiz, aydın, cahil yüzlerce insanın hiç mi dikkatini çekmez? Aklım Almanya’ya gidiyor: Böyle bir manzarayı gören sıradan Alman vatandaşı bile hiç tereddüt etmeden yetkili mercilere bu durumu ihbar ederdi.

Yine Sultanahmet çevresinde yarı açık bir kahvehaneye çay içmek maksadıyla oturuyoruz. Nargileden çıkan duman ve fokurdu, tavla taşlarının çıkardığı sese karışınca, ön taraftaki müzisyenleri görmek kadar duymak da zorlaşıyor. Bozuk bir ses tonuyla yapılan anonsun ardından, ön cephede sahneye benzer yerde bir semazen paydah oluyor. Kimsenin oralık olmadığı, nargile fokurdusu, tavla şakırdısının hâkim olduğu bir ortamda, üç-beş turist müşteri çekme uğruna buna gerek var mıydı?... Bir milletin ortak kültürel değerleri bu kadar değersizleştirilirken, soğuk bir Aralık akşamı kaldırımdaki bebeklere ses çıkarmayanların bu manzaradan da rahatsız olmaycaklarından emin olabilirsiniz.



Organik ev yemekleri

Anadolu’nun dört bir yanından göç eden insanların oluşturduğu bir İstanbul kenar semtinde dolaşırken bir dükkanın (resimde gördüğünüz) levhası dikkatimi çekiyor: “Organik Ev Yemekleri”. Şaşkınlığımı gizleyemiyorum... Türkiye’de rağbet gören her şey öylesine bir şuursuzca tüketime maruz kalıyor ki, bu gidişatın sonunda toplum ahlâkının tamamıyla erozyona uğramasından korkarım. Tabiî bir hayattan, çok kazanmak ve tüketmek adına sunî, fabrikasyon veya “plastik hayata”a geçiş yapalı beri, moda tabirle, yeniden organik (doğal) hayatı veya beselenmeyi keşfettik. Herşey bir kenara, İstanbul’un bir kenar semtinde mahalle bakkalında “organik ev yemekleri”ni nasıl okumak lazım?...



Dinî değerlerimizden, millî değerlerimize, sağlığımızdan vicdanî duygularımıza kadar, toplum olarak, sömürülmeyen tarafımız kalmadı.

Televizyon kanallarında çörek otu reklamı yapanlar, Hz. Peygamber’den rivayet edilen bir hadisin arkasına sığınırken, yardımsever insanların samimi duygularını sömürenler sokak ortasında bebekleri kaldırımda yatırırken, birkaç bardak çay satma uğruna kahvehanede semazen döndürürken, bizim gözüaçık bakkalımızın da “organik ev yemekleri” satmasını, galiba bizden başka yadırgayan yok.


YAZARIN DİĞER YAZILARI